bir yeni yetmenin feryadı

    Resme bakıp da hiç öyle eğlenelim,coşalım, yiyelim, s.ıçalım modunda bir yazı beklemeyin azizim. Yok çünkü öyle bişey... Resmen mesleğinde yeni yetme bir tazenin bütün heveslerini kırdılar. Mesleenden soudurla adamı aga. bak sinirden dilim bile değişti, ege ağzına döndü...
    
     Yok efendim bizim patron hanım kızımız kendisinin gençliği yıllarında  bütün dosyaların hepsini bilirmiş de, benim dosyayı bir yığın dosya içinden hatırlayamamam işimi önemsemediğimden kaynaklanıyormuş da, sekreter kızcağızımız bir doktora gidecek olduğunda izin vermişmiş de,... diye uzanan feryat figanlarla yıkanıp ve bilimum fırçalarla temizlendikten sonra içimden yaşlı babaannem gibi söylene söylene, homurdana homurdana bürodaki odama geçtim. Kendimce haklıydım, işe gireli daha bir ay olmuşken, müvekkilleri daha yeni yeni ayırdederken nerdeeee ki bileyim ben dosya numarasını! Oldum olası rakamlarla arası da iyi olmamış, kendi cep telefonu numarasını bile rehberine kaydeden birinden söz ediyoruz bir de... Hele hele ki işin en zor kısmı olan acemiliği bile yeni yeni atlatmaya çalışırken taze caanım gülü dalından koparmak, yeni palazlanmaya çalışan güvercinceğizi yuvadan hadi uç diye atmak reva mıdır analar,  bacılar,  yağlanıp güreş tutan dayılar...?


    Zaten tüm bu fırçalardan sonra da bütün aksilikler ve terslikler üstüste geldi.

    İleri de memur olmayı düşleyen her genç erkek gibi, rüyalarında beyaz takım elbiselerle  bir devlet dairesi ile muradına ermek isteyen ve kerevetine çıkmak isteyenlerden oluşan da bir çevresi olan naçizane bendeniz, memur taifesinden pek bir dertliyim efenim. Sormayın; zat-ı alileri pek bir hatırnaz sayılmazlar. Tamam hakları var sürekli dur'dan anlamaz  "Hu dedikçe yulafa giden kimseler"le  dolu bir gün  geçirsem takdir ederim ki ve siz de ediniz ki anlayışlı olmam pek bir mümkün olmayabilirdi. Ama iki gözüm, doğru sözlüm, perçemi pullum! Şu sessizce işini görüp hemencecik kaçacak ve kimselere baş belası olmayacak olan beni ne demeye geri gönderirsin de yüzümü kara, boynumu bükük, geleceğimi umutsuz, geçmişini sövülmüş  eylersin; Ehl-i insaf yok mudur diye feryat yaktırır, zılgıtlar çektirirsin. 

      İğrenç bir gündü hasılı kelam.Neyse ki bitti de kabustan uyanır gibi olup kendimi eve zor attım. Hayırlısı ya bakalım yarın da haciz var, daha neler göreceğiz. 
     Aman efenim aman! Bari sizin gününüz güzel geçmiştir. Sinirsiz geceler efenim.

teoman-çoban yıldızı




Yüzme bilmeden daha,deniz görmeden
Hiç güneşte yanmadan
Şimdi ölmek istemem

bir kalbi sarmadan
aşkı tatmadan daha, onla sarhoş olmadan
hiç sevişmeden daha
şimdi ölmek istemem
daha hiç gülmeden
çoban yıldızı

Normalde Teoman'ı başarılı bulmakla birlikte çok fazla dinlemem,sesini pek sevmiyorum, yorumunu da ama
bu şarkısı ruhumu okşadı resmen.hem sözleri hem klibiyle.Teoman'ın yüzüne "ben de...ben de..." demek isterdim.neyse uzatmadan fazla iyi seyirler...

ah minel aşk

      "Sevmek bir eğitim süreci ister.hazırlık gerektirir,ham ruhlar ne sever ne sevilebilir".

diyor sevgili Engin Deniz. Sanırım zurnanın zırt dediği delik tam da buna denk geliyor. Tüm yaşadığım o iki kişilikli durumlar, hayata karşı bir öfkelenip bir tutunup tat almaya çalışmalar; bu zamana dek hep eksikliğini duyduğum Adem oğlunun ve Havva kızının en üstün davranışı sayılabilecek duygunun eksikliğinden kaynaklanıyor sanırım:
      
         "AŞK" 

       Evet, basit bir biçimde aşk. Söylenişi basit, dile kolay bu sözcüğün mizana ve teraziye sığmayan sıkleti karşısında insanoğlu aklını yitirse yeridir.Güzel Türkçe'nin diğer dillerde bir türlü karşılığını tam anlamıyla bulmadığı, bulamadığı bu kelime sanırım benim beynimde öyle bir yere sahip ki benim için sadece bir hayalden ibaret. Dolayısıyla da benim ruhum hep ham bir ruh olarak kalmaya mahkum. Bu yüzden hezeyan ve hafakanlarım... Günümüz işkolik insanının anlayamadığı, anlamakta acze düştüğü bu duygunun  artık cinsellikle ve şehvetle karıştırıldığı hepimizin malumu. Benimse ne cinsellik umurumda ne şehvet. Tek istediğimse Ruhuma Bir Eş. Bununsa beni ne zaman bulacağını bilmem mümkün değil. Tüm bunları o yüzden eğitim süreci olarak düşünüyorum, hamlıktan olgunlaşmaya doğru giden. Vakti zamanında ise yanacak olan...

gene birazcık ben

          Bu sıralar enteresan ruh hallerim var. sanırım kaldıramıyorum hayatı ama tam kopma noktasına geldiğimde bu sefer de yeni doğmuş çocukların yaşama aşkı şevkini sanki elleriyle gösterirmişçesine sımsıkı yakalaması gibi yakalıyorum yakasından hayatı."Dur" diyorum "yaşanacak çok şey var daha."

          Bazen iki kişilikli şizofren hasta gibi görüyorum kendimi. Bir bakmışsın dünyada benden mutlusu yok; bir de bakmışsın benden bedbahtı yok.
özellikle korkularım, depresyonlarım, ve çift kişilikli yapım kendisini yalnız kaldığım zamanlarda gösteriyor. Garip, huysuz, sığınacak bir liman arayıp da bir türlü bulamayan, sonra bulsa da bir türlü o limana gönlünce dümen kıramayacak olduğunu düşünen; velev ki dümen kırsa bile demirleyemeyecek olduğunu sanan, giderken de binbir acı çekeceğini bilen...Ama en sonunda gitmek zorunda olduğunu hisseden...

       Uslanmaz ve ders almaz bir melankoliğim işte.Gerçekte görsen hiç de öyle değilim aslında arkadaşlarım içerisinde gayet neşeli, hoşsohbet, muhabbet  falan filan olarak bilirler. Ama işte gel gör ki dışı seni, içi beni yakar.

     Yalnız kaldığında eğemenliği ele geçiren yanım gizli bir mazoşist gibidir. Acı çekmekten gizli ve hastalıklı bir zevk bile alır. Ateş gibi yakar ha yakar. Fakat diğer "toplumsal" yanım su gibi dingindir, serindir, sakindir. Yeri gelir engin sular gibi çağlar, gürler de...Siz blogdaşlar anca(bi kaç kişi hariç) melankolik yanımı görüyorsunuz. Diğer arkadaşlarımsa sadece toplumsal yanımı... İkisini birden görenlere, görme bahtiyarlığına erenlere selamlar efendim:)

120

     
        "Biz harb çocukları neslindendik. Çocukluğumuzdan, hatta bebekliğimizden itibaren harb hikayelerinin hazin hatıralarıyla büyümüş bir nesildik. biz Van'da harb görmemiştik; ama harbin ateşten gömleğini  giymemiş ev de yoktu."

               Buz yakar mı? 
     Eğer bir dönem çocukluğu kalem tutacağı yerde silah tutmuşsa yakar.

     Eğer bir dönem sırf yabancı siyasi devlet oyunları için heba olmuşsa yakar.

     Eğer ömrünün baharında, henüz bıyıkları bile terlememiş tazecik bedenlere mal olmuşsa yakar.

     Eğer heba olan onca hayatın geride kalan anaları, kardeşlerinin hasretleri varsa yakar.

     Eğer uzayıp giden yollarda yolcular susmuşsa yakar.
     
     Ama eğer en çok da tüm bu çekilenler, hasretler, özlemler, yaşananlar hafızalardan silinip unutulup gitmişse ve arkasından küfreden bir nesil gelmişse yakar. 
         Bu filmi yeni izlemedim aslında. üzerinden epey bir zaman geçti. Ama ne yürek yangınımı dindirdi ne de onların acılarını hissetmemi unutmamı sağladı bu geçen zaman. Bazen zaman iyi gelmiyor kabuk bağlamış yaralara. Eskitmiyor, aksine kangrenleştiriyor. Ya kesip atmanız gerekiyor ya da yaşamayı onunla birlikte öğrenmeniz. bense histerik bir hasta gibi kabullendim,  benimsedim, yüreğimin en derin yanına sakladım.Onları unutmadım,acılarını paylaştım. 

       Onları düşünün. Biz onların yerinde olsak aynı fedakarlığı yapabilir miydik, bunu sorgulayın.Siz de buzun yakmasına engel olun.
     

heh evde kal öle işte

            Şu kız milletinden gözüm iyice korktu. neden mi? Şu bahsettiğim arkadaşım Yumuş var ya; sevgilisinden ayrılmıştı. Daha doğrusu çocuk bunu terketmişti. Bu da bunun içine dert olmuş, bize karşı bişey belli etmese de içine bayağı bir dert etmiş. halbuki sallamaz görünüyordu.insanların içindekini bilemiyorsun işte.

         Toplu doğum günü partisi yaptıkları gün, o da eski sevgilisiyle birlikte gelmişlerdi. biz durumdan bütün arkadaşlar hemfikir olmuşçasına işkillenmiştik ki haklı olduğumuz daha sonrasında ortaya çıktı. bizim kız uyanık. sırf eleman  Yumuş'u terkettiği için bizim Yumuş planlar yapmış. o yanındayken kendi kendine kıskandırmak için  gül göndermiş:) bir mesaj geldiğinde şüphe çekecek hareketlerde bulunmuş. sanki hoşlandığı biri varmış da ondan mesaj gelmiş gibi davranıyormuş. "Halbuki mesajda naber müdür yazıyor?"  diye de gülüyor.haliyle kaçan kovalanır hesabı eleman tekrar bizim kıza dönmüş;daha doğrusu dönme girişiminde bulunmuş. evlilik teklif etmiş. bizim kız da hayır demiş. ama bu fikrinde bi türlü sebat edemiyor. çünkü çocuğu o da seviyor. 

          Dedim "E peki ya aynı taktiği sana o uygularsa sen n'aparsın?".  "O o kadar zeki değil yavrum." dedi. "ama yaparsa da acayip kıskanırım" diye de ekledi.
       
          Bilmem işin sonu nereye varır ama tüm bu olanlar benim gözümü korkutmaya yetti de arttı bile.isterse bir kadın bir erkeği parmağının ucunda oynatabilirmiş. Belki bayanlar bu söylediklerime karşı çemkireceklerdir. ama acı gerçek bu; görünen köy klavuz istemez. ermez öyle aklımız türlü hinliklere, dalaverelere, Ali Cengiz oyunlarına bizim. basit varlıklarız çünkü.öyle çok karmakarışık bi tarafımız da yok. iki kere iki  eşit dört bizim için. ama bir bayan için dört de eder beş de. o anki psiklojisi neyi isterse onu gösterir. Zeki varlıklar onlar.  hem de çok zeki. gözümüzü korkutan da bu zekilikleri işte.
Bu yüzden önlerinde saygıyla eğiliyorum:)
     
          Saygılar efenim,
          Namaste!:)) 

hoşçakal

Ahhh garip ve bencil gönlüm!
dokunmadın,dikkat etmedin.
senden gayrısına meyledemedin.

 
Ahhh akmayan gözyaşım!
çöller  yeşerttin,seraplar büyüttün
           ama yüreğimin yangınına bir damla su veremedin.


Ahhh söz dinlemez serkeş yüreğim!
daldan dala kondun da
bir demet gül bile deremedin.


Ahhh suskun dilim!
hiç kendine söz ettirmiyorsun
söylenmemiş sözleri bir  bitiremedin.


Ahhh çaresiz bedenim!
gelmedi mi veda vakti
bir el edip hoşçakal diyemedin.

tatil hayali

    Nasıl bi kokudur bilirim.bizim bahçemizde de var. Mandalinadan bahsediyorum.bahar geldi mi açar beyaz beyaz çiçeklerini,saçar en gözde kokularını.koskoca bahçe baştan başa en pahalı parfümlerin yanında halt yiyeceği bir güzellikte kokar.Hanımeli diye bir çiçeği var annemin -çocukken içlerinde çiçeğin özü olurdu onları yerdik-o da bir açtı mı yarış ederler mandalina ile.koku yarışı...sanırım kıskanıyorlar birbirlerini.yavaş yavaş asmalar da yeşermeye başlamıştır şimdi.bahçeden çıkasım gelmez mis gibi kokular içerisinde.arıların polen dolu ayaklarını seyretmek acayip güzel olur.ne çalışkan hayvanlardır onlar öyle.zor uçarlar ayaklarında bu kadar polenle ama gene de ondan ona konup dururlar üşenmeksizin.ben arı olsaydı herhalde en tembellerinden biri olurdum.muhtemelen de kraliçe arı tarafından ya kovandan kovulur ya da sürülürdüm. arkasından da türk filmi tadında "siz beni kovmuyorsunuz; ben kendim istifa ediyorum" diyecek kadar da havam olur muydu acaba?:)

    Yazları bahçeye,tam ağaçların altına bir masa atarız. ağaçların yeşil yapraklarının siyah gölgesinde,başımıza değen üzümlerden,içlerinde arı olma ihtimaline binaen de salkımlardan sakınarak yemek yeriz.mesela börülce vardır bizim orda.herkesler bilmez onu; egelilere özeldir.haşlanıp zeytinyağıyla karıştırıldıktan sonra en birinci yemeğimizdir.yanında bir tabak domates salatası ve buz gibi bir karpuz varsa,ohhhhh der kendimizden geçeriz.
(erkeğin kalbine giden yol midesinden geçermiş ya,bak bu da kanıtı oldu.:))insanın sevdiği kişilerle bir arada olması bu keyifli yemekleri bir kat daha lezzetlendirir.

     Yine yazları ailecek deniz kıyısına giderdik piknik yapmak için.annemin her daim bu durumlarda kullanılmak üzere bir sepeti vardır.içerisinde her şey bulunur.hiçbir şeyin eksikliği hissedilmez.mangalın zaten baş misafirimiz olması yanında,patates kızartması için patates,salata malzemesi, bizim oralara has Trabzon ekmeğine benzer ama daha sert ekmeğiyle arabaya atlanır.yolda babamın yakın arkadaşı ailesiyle birlikte alınır.sonrasında deniz kıyısında boş bir zeytin ağacı aranır.(şimdilerde nerdeyse boşluk kalmadı deniz kıyısında sitelerden,yazlıklardan.sadece bir ay kullanılmak üzere inşa edilen bu evler doğayı mahvediyor)ben denize girerken onlar çay demleyip sıcak havada deniz serinliğiyle serinler ve koyu bir sohbet tuttururlar.yemek vakti yaklaştığında ben denizden çıkar ve havluya sarılı vaziyette elim-ayağım çamurlu gelirim yanlarına.ve kurt gibi acıkmış olurum.sofra hazırdır.hemen otururuz hep beraber ve güzel bir ziyafet çekilir.gebe çakallar gibi şişer sonrasında rahatsız kalırız.ama eve gelinceye kadar hepsi yine erimiş olur yediklerimizin. 
     
      Babam daha çok yaşı ilerlemiş olduğundan mı bilmem artık daha çok tarla bahçe işine daldı.zevkinden yapıyor bunu,ihtiyacı olduğundan değil.rahatlatıyor,bütün haftanın stresini alıyormuş.eskiden her hafta bu şekilde güzel güzel piknikler yapardık.şimdilerde ben kendi arkadaşlarımla denize gidiyorum,gene de ailemle yaptığım bu güzel piknikler unutulmuyor.bunu neden mi anlattım?çünkü artık çalışmaya başladığım için İstanbul'da olacağım ve artık denize bile giremeyeceğim:(( 
Adalar'ı düşündüm bir ara ama yanımda kimse olmayacak ki! ben de sevmiyorum hiç tek başıma bişey yapmasını.bi kaç sefer gitsem bile sanırım öyle çok çok gitmem.birini bulursam belki her hafta sonu yaparım adalar diye sevindim.ama sonrasında bütün arkadaşlarımın öğrenci olduğunu ve hepsinin memleketlerine gideceğini düşününce...:(

  neyse çok uzun oldu.önce bahar sonra yaz...daldan dala atladım;bitiriyorum:) 

lale mevsimi

     Diyecektim ki lale mevsimidir,"devirlerden diyarlardan" şehirler sultanı Şehr-i Stanbul'a gelmek vaktidir.gelip de arkasından güzelliklerini övmek vaktidir.Gülhane'ye gidip boğazı seyreylerken bakır çaydanlıklardan çay içme vaktidir.Saray içine girip içerde vezirleri, yeniçerileri, alimleri,cariyeleri,nakkaşları,hattatları temaşa edebilmek vaktidir.
      Beyazıt yangın kulesinin yüksek basamaklarını bir bir çıkmak vaktidir.çıkıp da yukardan yaşlı ve azametli bu şehirde cülüs neşesini ve atılan bilmem kaç pare top seslerini dinlemek vaktidir.
      Mimari yapısı ağaç üzerine kurulu bir medeniyetin çıkan kaç yangında koca koca mahallerinin kül oluşunu  korkulu gözlerle izlemek;insanların çığlık ve gözyaşlarına eş olabilmek vaktidir.tulumbacıların telaşlı çıngıraklarını ve bağırışmalarını bir bir yüreğinde hissedip kor gibi yanan yüreklere bir kova su dökebilmek vaktidir.
     Aşk ve zevk şairi Nedim'in;

     "Sana kimisi canım kimi cananım deyü söyler
       Nesin sen doğru söyle can mısın canan mısın kafir
"

dizelerine eşlik edebilme vaktidir.bahar geldiğinde Sadabad saraylarında eşsiz hülyalara dalma vaktidir.sazendelerle kayıklara binip seyr-i mehtaba çıkma vaktidir.boğaz yalılarından gelen efsunlu ses ve yansımaları meraklanıp; görmeden aşık olma vaktidir.  
    Vakit öyle bir vakittir ki Patrona Halil ile birlikte onun Hamamı'ndan,Beyazıt'tan ellerinde sancak niyetine sopa ucuna peştemal takarak peşlerine bedbin yüzlercesini takabilenlerin peşinde yürümek vaktidir.ve vakit öyle bir vakittir ki  bu kalabalık önüne geçerek ellerini açıp "nereye" diyebilmek vaktidir.Sultan 3.Ahmet'in hem veziri hem damadı olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ile ölmek vaktidir.
   Vakit işte öyle değerli bir vakittir şimdi.hem acılar hem güzellikler üzerine kurulu bu vakitte,lalerin diliyle şöyle bir şehri dinleme vaktidir.
  

Şems ve Kerra


     Konya,22 Ekim 1245
     Bir Allah bilir ne konuştuklarını.geçen gün helva ikram etmek için yanlarına gittiğimde öyle ateşli konuşuyorlardı ki beni fark etmediler bile.ben ortalıktayken Şems genellikle birşey söylemez,varlığım onu mutlak suskunlağa itermiş gibi.ister muhteşem bir ziyafet hazırkayayım,ister kuru ekmek ikram edeyim,hep aynı ifadeyle teşekkür eder.zaten hep az yer,dişinin kovuğunu dolduracak kadar.ama gel gör ki bu sefer tabaktaki helvanın tadına bakmasıyla gözlerinin parlaması bir oldu.
   "Helva ne kadar lezzetliymiş Kerra,ellerine sağlık.nasıl pişirdin?" dedi Şems.
    O an bana ne oldu bilmiyorum.iltifatına sevineceğim yerde hiddetlendim."ne demeye soruyorsun?anlatsam bile aynısını yapamazsın ki!"
    Şems dediklerime hak vermiş gibi hafifçe başını salladı.birşey söylemesini hatta terslemesini bekledim ama yapmadı,öylece durdu.
Bir süre sonra odadan çıktım ve onları başbaşa bıraktım.doğrusu bu hadiseyi tamamen unutmuştum.ama bu sabah öyle birşey oldu ki herşeyi yeni baştan hatırladım.

       Ocak başında yayıkta yağ yapıyordum ki avludan garip sesler duydum.dışarı koşunca tuhaf bir manzaraya şahit oldum.her yanda kitaplar vardı;kuleler halinde üstüste dizilmiş,ha devrildi ha devrilecek, yüzlerce kitap ve el yazması saçılmıştı ortalığa,bir o kadarı da şadırvana atılmıştı.mürekkepleri çözüldüğünden şadırvandaki su maviye çalmaya başlamıştı.
      Şems gözlerimin önündeki kitap yığınından bir kitap çekti.şöyle bir karıştırdı ve pat diye suya attı.baktım Divanü'l Mutannabi.kitap su yüzüne çıkar çıkmaz bir başkasına uzandı.bu kez sırada Feridüddin Attar'ın Esrarnamesi vardı.
      Dehşete düşmüştüm.kocamın en sevdiği kitapları tek tek mahvediyordu.sırada Rumi'nin babasıdan kalma Kamusul-A'lam'ı vardı.Rumi'nin babasına hayranlığı, bu eski el yazmasına olan düşkünlüğünü bildiğimden hemen dönüp kocama baktım.
ne var ki Rumi yana çekilmiş kıpırtısız duruyordu.beti benzi atmış olsa da,elleri titrese de ses çıkarmıyordu.aklım almadı.vaktiyle sırf kitaplarının tozunu aldım diye beni azarlayan adam gitmiş,onun yerine, tüm kütüphanesini mahveden deliyi kenardan izleyen biri gelmişti.ağzını açıp tek kelime etmiyordu!hiç adil değildi.madem Rumi karışmayacaktı bu işe,ben karışacaktım.

     "Ne yapıyorsun?"diye bağırdım Şems'e."bu kitaplar son derece kıymetlidirne diye onları suya atarsın?sen aklını mı yitirdin?"
Şems bana yanıt vermedi,başını Rumi'ye çevirdi."Sen de mi böyle düşünürsün?" diye sordu.Rumş dudaklarını büzdü,belli belirsiz gülümsedi ama susmaya devam etti.

     "Neden bir şey yapmıyorsun?"diye bağırdım kocama.Rumi bunun üzerine yanıma varıp sıkı sıkıya elimi tuttu.
   "Sakin ol Kerra,lütfen.Şems'e itimadım tam.böyle davranmasının elbette bir sebebi vardır."
Şems omzunun üstünden bana şöyle bir baktı.rahattı,belli ki kendine inancı tamdı.cübbesinin yenini sıvadı,kollarını suya daldırdı ve başladı tek tek şadırvandaki kitapları çıkarmaya.hayretten küçük dilimi yuttum,zira sudan çektiği her kitap kupkuruydu.
    "Sihir mi bu kara büyü mü?nasıl yaptın?" diye sordum.işte o zaman Şems gayet sakin bana baktı ve şöyle dedi:"Ne demeye soruyorsun?anlatsam bile aynısını yapamazsın ki!"
     Öfkeden zangır zanfır titreyerek onları avluda bıraktım,koşa koşa mutfağa döndüm.artık tek sığınağımdı mutfak.ve orada onlarca tencere,tava,yığınla ot ve baharat ortasında yere çöküp ağladım,ağladım.
Bugün güzel bir alıntı yapayım da söz üstatlarından Şems konuşsun dedim.

NOT:Kerra:Mevlana'nın ilk hanımı öldüğü için evlendiği ikinci eşi imiş.
(Elif Şafak "Aşk" syf:252,253,254)

wibiya widget